1 Aralık 2019 Pazar

Dücane Cündioğlu'nun 40 Yıllık Arayışı

Az gittim, uz gittim, dere tepe düz gittim, sonra ardıma bakınca gördüm ki, bir arpa boyu yol gitmişim!.. Dücane Cündioğlu'nun son konuşmalarında aktardığı düşünsel serüveni, masallardaki bu ifadeyi andırıyor.

Ne demiş peki Cündioğlu? O konuya gelmeden önce, Cündioğlu'nun özetlediği üç ana İslami pozisyona bir bakalım...

İslam dininin temel kaynaklarında bugün itibariyle problemli görünen çok sayıda hüküm ve iddia var. Müslümanlar, bu konularda üç farklı pozisyon alıyorlar.

Birinci pozisyon, literalizm. Yani, metin ne diyorsa onu aynen kabul etmek. "Hırsızın elini kes" diyorsa, kes. Ya da, "Allah semadadır" diyorsa, tartışacak bir şey yok, demek ki semadadır. [1] Ya da, kadını belli durumlarda darp edebilirsin diyorsa, edebilirsin. Bu pozisyondakiler, kendilerini izah etmekte çok fazla zorlanmıyorlar. Temel metinler ortada. Bu metinlere dayanan fıkhi hükümler açık. Zaten 1400 senedir bu konular böyle anlaşılmış, böyle uygulanmış.

İkinci pozisyon, tevilcilik. Yani bugün problemli görünen bu ifadeleri başka şekillerde açıklamak. Mesela, kitap "Hırsızın elini kes" diyor, ama aslında "Hırsızın elini hırsızlıktan kes" demek istiyor olabilir! Ya da, ilgili ayetten "Kadını darp et" gibi bir mana çıkarmak mümkün, ama darp kelimesinin başka manaları da var. O ayette kast edilen, o manalardan başka bir tanesi olmalı!

Üçüncü pozisyon, tarihselcilik. Bu pozisyondakiler, tevilciler gibi her hükmü günümüze uyacak şekilde eğip bükmüyorlar. Aksine, literalistler gibi, metnin içeriğini bugüne dek anlaşılageldiği şekilde kabul ediyorlar. Ancak, bu hükümlerin bir tarihselliği olduğunu vurguluyorlar. Yani, kitabın en azından bir kısmı evrensel değil ve belli bir zamanda belli bir yerde bulunan insanlara hitap ediyor. Dolayısıyla, oradaki her hükmü alıp bugünün toplumlarında uygulamaya kalkamayız.

Cündioğlu'nun bu pozisyonları izah şekli ve verdiği örnekler için, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nde (muhtemelen Şubat 2019'da) yaptığı konuşmaya bakılabilir. Cündioğlu'nun konuşmasının içeriği zengin ve verdiği örnekler makul. Ancak Cündioğlu'nun bu pozisyonlara ek olarak sunduğu kendi pozisyonu, tam anlamıyla bir hayal kırıklığı.

*     *     *

Dördüncü pozisyon özetle şu: İnanç ile düşünce farklı kulvarlardadır. Düşünce (ve bilim, felsefe), akla dayalıdır ve hayatın içindeki gerçeklere dair açıklamalar sunar. İnanç (ve din) ise, muhayyileye dayanır ve hayatı anlamlandırır. Bunlar birbirlerinden farklı şeyler olduklarından, müstakil ele alınmaları, birbirlerine karıştırılmamaları gerekir.

Bu, kaba bir özet. (Daha fazlası için videoya bakılabilir.) Ancak Cündioğlu'nun diğer açıklamaları maalesef bu özetin çok ötesine gitmiyor. İnancı ve düşünceyi bu şekilde birbirinden izole eden bu yaklaşım, hem orijinal olmaktan uzak, hem de ciddiye alınabilecek bir derinliğe sahip değil.

1. Bilim ile inancı ayırmak, yeni bir şey değil. Cündioğlu'nun böyle bir pozisyonu, 40 yıllık arayışının sonucu olarak sunabilmiş olması bu nedenle tuhaf. Hemen her ülkede, hemen her entelektüel seviyedeki insandan işitilebilecek kadar yaygın bir pozisyon bu. İlgili pozisyonun, İslami düşünce geleneği içinde ifade bulduğu kavramlar ve bu kavramların dayandığı ontolojik önkabuller biraz farklı. Ama Cündioğlu her durumda yeni bir şey söylemiyor.

2. Bir örnek vereyim: Avustralya'da geçirdiğim ilk iki ayımda, Ekvadorlu bir üniversite öğrencisi ile aynı evi paylaştım. Bazı akşamlar eve Ekvadorlu arkadaşları gelirdi ve hep birlikte sohbet ederdik. Ekvador, enteresan bir Latin Amerika ülkesi. Meksika gibi dindar değil. Ama Şili kadar sekülerleşmiş de değil. Dahası, her iki uçta da çok sayıda insan var. Bir gün bu Ekvadorlu öğrenciler ile muhabbet esnasında, moleküler biyoloji okuyan kızlardan biri inançlı olduğunu söyledi. Başka biri söylese çok mühim değil, ama moleküler biyoloji alanındaki birinin inançlı kalabilmesi zor. Haliyle sordum, "Moleküler biyoloji ile inancın arasındaki çelişkileri kendine nasıl açıklıyorsun?" Cevabı gayet basitti: "Bu ikisinin uzlaşmaz olduğu açık, bu nedenle araya bir çizgi çekiyorum." Yani, gözünün önündeki gerçekleri inkar etmiyor, ama hayatında inancının da önemli bir yeri, bir ANLAMI var. Bu nedenle, bu ikisini birbirinden ayırmak zorunda kalıyor. Dünyanın her yerinde rastlanabilecek denli yaygın bir tavır.

3. Cündioğlu, eskiden beri bu düşüncede olduğunu, ama fikirlerini kendisine sakladığını, olası tepkilerden çekindiğini söylüyor. Bu da ayrıca problemli bir ifade. İslami kesim de dahil olmak üzere Türkiye'deki hiçbir sosyal grup, kendi içindeki farklı düşüncelere müsamahakar değil. Ama böylesine basit bir düşüncenin İslami kesim içinde ciddi bir tepki doğurması eskiden de zordu, şimdi de zor. Yani Cündioğlu, zaten varolan basit bir düşünceyi açıklamaya çekindiğini söylüyor. (40 sene boyunca bu düşünceyi nasıl ve ne şekilde geliştirdiği ise ayrıca izaha muhtaç.)

4. Cündioğlu'nun yaklaşımı, insanları gelişimden ziyade bağnazlığa sürükleyecek nitelikte. Dünya üzerindeki herkesin, düşüncesi ile inancı arasında böylesine sert bir çizgi çektiğini düşünelim... Bu sert çizgilerin, kişisel ve toplumsal hayata yansımaları nasıl olurdu? Herkesin kendi inancını sert çizgiler ardında korumaya aldığı bir dünyada etkileşime, değişime ve gelişime ne kadar yer kalırdı? Dücane Cündioğlu herhalde farkındadır: Bu çizgilere sahip çıkması durumunda, doğmuş bulunduğu kültüre bağlı olarak ölene dek hristiyan, Budist ya da ateşperest olarak kalabilirdi. Ne kadar tuhaf şeylere inanırsa inansın, mutlak koruma altına aldığı pozisyonunu değiştirmesi hiçbir zaman gerekmezdi. Müslümanlar dahil, farklı inançlara mensup insanlardan duyduğu hiçbir şey nedeniyle inancını sorgulaması da gerekmezdi. (Ki şimdiki durumu da zaten çok farklı değil gibi.) [2]

5. Cündioğlu'nun dualizmi, aradaki çizginin kalınlığı nedeniyle aslında farklı türden bir katı laikliğe karşılık geliyor. Halbuki dini metinlere baktığımızda, "Burada yazılanları sakın literal almaya kalkmayın, hayatınıza mana verecek bazı semboller bunlar sadece" gibi şeyler dediklerini görmüyoruz. Aksine, kutsal metinler, insanlara varlık ve dünya ile ilgili bilgiler verme, onlara bilmedikleri bazı şeyleri öğretme iddiasındalar. Bunlar, bilimsel olarak sınanabilen (ve sınanması da gereken) iddialar. Mesela, dünya gerçekten de İncil'in iddia ettiği gibi altı bin yaşında mı? (Hayır, en az dört milyar yaşında.) Ya da, Nuh Tufanı gibi bir şey yaşandı mı? (Hayır, yaşanmadı.) Ya da, yahudiler gerçekten de Mısır'dan sürülüp İsrail'e göç ettiler mi? (Hayır, etmediler.) Bugünün teknolojisi, bunları test etmek için fazlasıyla yeterli. Ama bunların hem yaşandığına, hem de yaşanmadığına aynı anda inanmak çok makul değil. Bunların yaşanmadığını bilip, yaşandıklarına inanmak ise, açıkçası biraz tuhaf. [3]

6. İslami kesimin en aklı başında düşünürlerinden birinin dahi vara vara böyle bir noktaya varabilmiş olması, öncelikle ilgili kesimin ama aynı zamanda Türkiye'nin entelektüel seviyesi adına hazin.



___________________

[1] Günümüz müslümanları çok fazla bilmiyor olsalar da, İslam dininin ilk döneminde hakim olan inanç, Allah'ın gökyüzünde olduğu şeklindedir. Dua ederken de zaten bu nedenle eller semaya yükseltilir. İslami düşüncenin bu konuda yaşadığı düşünsel evrimin bir özeti için, Mustafa Öztürk'ün aşağıdaki sözlerine bakılabilir:  "Nedir bizim en sabit inanç sistemimiz? Allah tasavvurudur değil mi? Hiçbir şeyde buluşamasak, orada buluşabiliyoruz. Ama [Hicri] 200'lü yıllara gidin... Ehl-i Sünnet mezhebinin kurucu babalarından biri olan, Hanbeli mezhebinin imamı Ahmed bin Hanbel'in Er-Redd-ü ale'l-Cehmiyye ve'z-Zenadika adlı eseri gibi eserlere bakın... Ahmed bin Hanbel der ki orada, 'Birileri Allah her yerde hazır ve nazırdır diyorlar. Bu zındıklıktır, bu kafirliktir. Böyle diyen insanı tövbeye davet etmemiz, etmezse öldürmemiz gerekir. Niye diye sorarsanız, Rasul-i Ekrem'den gelen onlarca hadis var, onlarca da ayet var.' Yani, 'Ayet 'Göktedir' diyorsa, 'Her yerde hazır ve nazırdır' demek senin haddine mi düşmüş?' diyor... 250'li yıllarda yaşasaydık Ehl-i Sünnet olarak böyle inanacaktık. Ama aynı mezhebin yol aldığı güzergahta ne oluyor bakın... Aradan 300 sene geçiyor... Fahreddin Razi diye bir insan geliyor. O da Ehl-i Sünnetin en hararetli savunucularından. Diyor ki, 'Allah'a gökte mekan izafe etmek mücessimedir. Allah her yerdedir, 'Her yerde hazır ve nazırdır diyeceksiniz!'" Bir mezhebin 300 yıl içerisinde Allah tasavvuru alt üst oluyorsa, o zaman herhangi bir mezhebi kabulümüzü 'Bu mutlak doğrudur' diye dayatma şansımız var mı?" Bkz.: 11:20-14:35 arası)

[2] Böyle bir dualizmin, sosyal ve siyasi alan üzerinde de ciddi olumsuzluklar üretmesi kuvvetle muhtemel. Bu konuda Özgür Koca'nın yorumlarına bakılabilir. Yazıda, dualist yaklaşım için sunulan özet, Cündioğlu'nun konuşmasındakine nisbeten daha açık, ve benim burada sunduğumdan daha detaylı.

[3] Nuh Tufanı konusunda bkz.: BBC belgeseli Noah's Ark. Yahudilerin Mısır'dan çıkışı konusunda bkz.: Israel Finkelstein'ın The Bible Unearthed adlı kitabı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

HAKKINDA

Serdar Kaya'nın müsvedde defteri.

Bu blogda yayınlanan yazılar, belli aralıklarla derlenip derinsular.com adresinde dosyalanır.

Blog isminin ilham kaynağı için, bkz.:
Gangs of Wasseypur (2012)


Twitter (English Account) Twitter Facebook