12 Ocak 2020 Pazar

Batının Ahlaksızlıkları ve İslam Dünyasındaki Seks Partileri

1980'lerin yaz aylarında Türkiye'ye "Almancı" akını olurdu. Caddeler Alman plakalı arabalarla dolardı. İnternet henüz icat olunmamıştı... Ama Türkiye'ye zaten televizyon bile yeni gelmişti! [1] Tabii ona gelmek denirse... İnsanlar tam gün bile yayın yapmayan, tek kanallı, siyah-beyaz devlet televizyonuna mahkumdu. Yurtdışında vakit geçirmiş Türk sayısı da epey az olduğundan, Türkiye'de pek kimsenin dünyadan haberi yoktu. Dolayısıyla, Almancılar mühim insan addedilirlerdi. Sözleri daha bir dikkatle dinlenirdi. Ne de olsa Avrupa görmüşlerdi!

Almancılar gördükleri itibarın farkındaydılar. Akrabalarına, hemşehrilerine "Alamanya"yı ballandıra ballandıra anlatırlardı... Çokları, anlatılanları hayranlıkla dinler ve bir gün o diyarları görebilmenin hayalini kurardı...

Almancıların anlattıkları büsbütün gerçek dışı değildi elbette. Sadece kimi zaman biraz fazla abartılıydı. Ama bir konu vardı ki, abartının boyutu sadece hikayeyi anlatan Almancının hayal gücüyle sınırlı olurdu. Hemen tahmin ettiniz tabii!: Cinsellik konusu...

*     *     *

Sadece erkeklerin bulunduğu muhabbet ortamlarında, Almancılar bizzat şahit olduklarını ya da yaşadıklarını iddia ettikleri bir takım hadiseler aktarırlardı. Yok efendim daha geçen hafta, bir gece vakti barın birine gitmiş... Orada tanıştığı sarışın bir Alman kadın bunu çok beğenmiş... Gerçi yanında kocası da varmış, ama kadın umursamamış... Biraz sohbetten sonra oracıkta ve kocası sadece iki metre ötelerindeyken öpüşmeye, sevişmeye başlamışlar. Yanıbaşında onca şey olurken, adam ağzını açıp tek kelime etmemiş! Her şeyi gayet normal karşılamış! Ve daha neler neler...

Böyle nice masalı ağızları bir karış açık dinleyenler, işittiklerini anlamlandırabilme adına başka masallara başvururlardı:
- "Bunlar domuz yiyorlar ya, ondan oluyor!"
- "Doğru diyorsun. Domuz da kıskanmaz eşini!"
*     *     *

Hangi Almancı hangi masalı hangi nedenle anlatıyordu, bilmek zor... Kimileri belki kendi fantezilerini anlatıyorlardı. Kimileri, belki bire bin katarak takdir toplamaya çalışıyorlardı. Kimileri ise, belki sadece insanları kandırarak kendilerince eğleniyorlardı...

Peki bu gibi abartılı (ve kimi zaman çocukça) iddialar, nasıl oluyor da bugün bile ciddiye alınabiliyor? Kim bilir... Ama Türk halkının cinselliği zihninde halen normalleştirememiş olması da muhtemelen sorunun bir parçası.

*     *     *

İlahiyatçı İhsan Şenocak geçen gün şöyle bir tvit yazdı:

Tvit hakkında söylenebilecek çok şey var. Ama sadece birkaç konuya değineceğim. Şenocak'ın 700 bin küsür takipçisinden birkaçına belki bir faydası olur...

1. Bir insanın yaşadığı ülkedeki mesai arkadaşlarını, "fabrikadaki gayrimüslimler" olarak görmesi çok sağlıklı bir durum değil. İnsanları ne oldukları değil, ne olmadıkları üzerinden tanımlamak sorunlu.

2. İnsanları kendimizden farklı bulduğumuz yönleri ile tanımlamamız ise, ayrıca sorunlu. Diyelim ki, bir insan her yönüyle bizim gibi, ama farklı bir renge sahip. Bu insanı öncelikle "zenci" olarak görmek, ondan ekseriyetle bu şekilde söz etmek pek makul ve medeni bir tavır değil. "Hristiyan", "yahudi", "dinsiz" gibi ifadeler de bundan çok farklı değil.

3. Her insan kendisine sormalı: "Acaba aidiyet duyduğum inançlar ve ideolojiler bana insanları birey olarak görmeyi ve o şekilde değerlendirmeyi mi telkin ediyor, yoksa onları grup aidiyetleri bazında ötekileştirmeyi mi?"

4. Çoğu inanç ve ideoloji, bütün insanlığı kucaklama ve bütün insanlara faydalı olma iddiasında olur. Hemen her inancın ve ideolojinin içinden kulağa gayet hoş gelen, herkesi kucaklayıcı bazı prensipler cımbızlamak mümkündür. Ama bir bütün olarak ele aldığımızda, çoğunun sistemli olarak öteki ürettiğine ve bu ötekilere karşı kimi durumlarda gayet müsamahasız olduğuna şahit oluruz.

5. Hayvanlar sefil ya da sefalet içinde değiller. Cinsellik, bir sefalet ölçüsü değil. Kaldı ki, farklı hayvan türleri farklı cinsel davranışlara sahipler. Sadece primatlar özelinde dahi tekil bir cinsel davranış biçiminden söz etmek mümkün değil. Mesela, bonobolar ile şempanzelerin cinsellikleri birbirlerinden çok farklı. (İnsan cinselliği, daha çok şempanzelerinkine yakın. Acaba neden?)

6. İslami literatür, insanların öfke, nefret, saldırganlık, acımasızlık ve şehvet gibi eğilimlerini hayvaniyet olarak nitelendiriyor. Hatta bu çerçevedeki eğilimleri, kişinin kötü/hayvani duyguları (ya da nefsi) olarak kategorize ederek, dual bir tabiat varsayımında bulunuyor. Halbuki bu gibi tasnifler pek çok nedenle hatalı. Her şeyden önce, hayvanlar arasında sevgi ve merhamet gibi hisler nadir değil. Hayvanlar, farklı türlere dahi sevgi ve merhametle yaklaşabiliyorlar. Yani insanların sevgi eğilimleri de pekala hayvani. Ya da, insanların sevgi ve merhametleri ne kadar hayvani ise, hayvanların saldırganlıkları da o kadar insani.

7. İnsanlar, çok fazla düşünmeden her türlü eğilimi olumlu ve olumsuz olarak basitçe ikiye ayırıyorlar. Halbuki, hiçbir eğilim, nedensiz, gereksiz ya da anlamsız değil. Aksine, her eğilim önemli fonksiyonlara sahip ve özellikle kimi durumlarda hayati derecede gerekli. Yani, merhamet zorunlu olarak iyi, saldırganlık zorunlu olarak kötü diye bir şey yok. Hatta sevgi ve saldırganlık birbirinden bağımsız da değil. Örneğin, bir zürafa, yavrusuna olan sevgisinden ötürü bir aslana saldırabilir. Herkese karşı her zaman merhametli ya da merhametsiz olmak, doğada pek kolay rastlanan bir tavır değil. İnsanlar da böyle değiller, hayvanlar da... Sadece farklı bağlamlarda farklı davranışlar sergiliyoruz. Bu nedenle, sanki hayvanlar sürekli rastgele ve canavarca hareket ediyorlarmış gibi ezbere varsayımlarda bulunmak anlamsız. [2]

8. Bilimsel konularda bu gibi hatalara düşmek eskiden mazur görülebilirdi. Ancak bilgiye ulaşmak artık kolay. Yine de, buradaki sorun, lisan bariyeri gibi nedenlerle bilgiye ulaşamamaktan ibaret olmayabilir. Zira insanlar, bir tarihte hasbelkader edindikleri fikirlerini, kimliklerinin bir parçası olarak görme ve bu fikirleri gerçeklere rağmen korumaya çalışma gayretindeler.

9. 1980'lerde Türkiye'ye gelen bir Almancının, etrafında küçük bir dinleyici kitlesi bulunca olmadık şeyler anlatmaya başlaması belki sorunsuz değil. Ama en azından bu gibi şeyleri özgüven eksikliğiyle ya da muziplikle izah etmek mümkün. Bugün itibariyle, dünyadan bu denli bihaber ve farklı kültürleri bu denli itham eden sözlerin çok fazla mazereti yok.

10. Tvitte bahsi geçen "eş değiştirip diskoya gitme" hikayesinin pek ciddiye alınır bir yanı yok. Ama (bazı Türkler de dahil olmak üzere) pek çok insan gerçekten de sevgilisinin ya da eşinin, başkalarıyla dans etmesinde bir tuhaflık görmüyor. Birbirlerinin eşleriyle, dans etmenin çok ötesinde şeyler yapan insanlar da hiçbir toplumda az değil. En muhafazakar bilinen toplumlarda dahi böyle şeyler zannedildiği kadar nadir değil.

11. Yine dönüp dolaşıp, dünyadan bihaber olma noktasına geliyoruz. İslam dünyasını biraz bilen herkes, İran'daki sıradışı partilerden de, bazı Suudi prenslerin uçuk dual hayatlarından da haberdardır. Eşcinsellik de, swinger partileri de, orjiler de, gayrimüslim dünyaya mahsus değil. Bunlar, son dönemde ortaya çıkmış "sapıklıklar" da değil. Hepsi, insanlık tarihi kadar eski. (Sürekli Orta Doğu ve İslam dünyası hakkında olumlu olumsuz yorumlar yapıp duran seküler ve dindar insanlar, bu kadar kendilerinden emin konuşmadan önce azından Binbir Gece Masalları'nı bilmeli değiller mi?)

12. Suudi Arabistan ve İran, sosyal ve cinsel alanı da düzenlemek isteyen teokratik rejimleri nedeniyle önemli örnekler. Yoksa, İslami dünyanın her yanında böyle şeylere rastlamak mümkün. Bunlar, yasaklamayla önü alınabilecek şeyler değil. Zira, Pakistan'da Ziya ül Hak'ın kadınların başları açık haber spikerliği yapmalarını dahi engellediği 1980'lerde, siyasetçiler bile (eşcinsellik ve eş değiştirmenin de yaygın olduğu) gizli seks partilerine katılıyorlardı.

13. Yasaklamanın olmadığı yerlerde, böyle şeyler sadece biraz daha rahat olur ve kültür içinde biraz daha kolay normalleşir. Dünyanın en büyük müslüman nüfusuna sahip olan Endonezya'daki Seks Dağı, bu durumun en bariz örneklerinden biri. (Belli ki, müslüman dünyada da, başka yerlerde de, herkesin ahlak anlayışı aynı değil. Ya da, pek çok insan var ki, ahlak denince akıllarına sadece bazı cinsel tabular gelmiyor.)

14. Dikkat edilecek olursa, yukarıda bahsi geçen her eylem, karşılıklı rızaya dayalı. Halbuki, İslam dünyasında (ve elbette diğer yerlerde) rızaya dayalı olmayan bazı tecavüz türleri bile gelenek haline gelebilmiş. Örneğin, Afganistan'da erkek çocuklarını dansçı ve cinsel köle yapma geleneğini Taliban dahi engelleyemedi! Gerçekten ahlaki kaygıları olan insanlar, gündemlerine rızaya dayalı ilişkileri değil, bunları almalılar. (Bu konuda bkz.: The Dancing Boys of Afghanistan adlı, 2010 yapımı belgesel.)

15. Kuran'a göre yaşamayan erkeklerin "ne eşlerine koca, ne çocuklarına baba" olamayacakları iddiası da biraz desteksiz. Zira, İslam'ın ilk döneminde şimdiki kadar sıkı bir çekirdek aile ilişkisi yok. Erkeğin eşi değil, eşleri var. Aslında "eş" de değiller, "kadın"lar. Hatta, büyük ölçüde erkeklerin kontrolü altında olsalar da, bugünün dindar toplumlarındakine nazaran çok daha kadınlar. Kadın olarak algılanıyor, kadın olarak arzulanıyor ve kadın olarak nikah (ya da şayet cariye ise, "el") altına alınıyorlar. Nikahın modern toplumlardaki gibi herhangi bir resmi teferruatı ya da dini formalitesi de yok. Mutabakat sağlandıktan sonra, "Alıyorum" diyorlar ve alıyorlar. İlişkiler daha gevşek. Mesela, bir adam nikahlı karısını boşayıp, bir ahbabına verebiliyor. Ya da, bir adam, evli olan kızı ölünce, damadına bu sefer diğer kızını verebiliyor. Ya da, savaş sonrasında bir erkeğin karşı tarafın erkeklerinden birinin karısını ganimet olarak alması, ya da aynı şekilde kendi karılarından birini kaybetmesi mümkün olabiliyor. Günümüz müslümanlarının aile yapısı, Türkiye'de de, Arap ülkelerinde de, diğer yerlerde de, artık böyle değil. Hatta bunlara çok uzak. Bu noktada şu soru sorulabilir: Bugünün ilahiyatçılarının sunduğu ideal koca ve baba tipolojisi, acaba ilk dönem müslümanlarına mı daha yakındır, yoksa bugünün Avrupalılarına mı?

16. İslam dininin ilk yıllarındaki aile anlayışını bugün aynı şekilde tatbik etmeye kalkan dindar bir grup ortaya çıksa, pek çok ilahiyatçı buna karşı çıkar. Çünkü muhafazakarlık, sadece (seküler ya da semavi) kutsalları gerçeklerden korumakla kalmaz. Kimi durumlarda, geleneği kutsallardan korur.




____________________

[1] TRT, 1964 yılında kuruldu ve 1968 yılında yayına başladı. TRT'nin haftanın her günü yayın yapmaya başlaması 1974'ü buldu. TRT, 1981'de kısmen, 1984 yılında ise tamamen renkli yayına geçti. Devletin televizyon tekeli, ilk özel televizyon Star1'in yayına başladığı 1989 yılına dek sürdü.

[2] Sevgi de, nefret de, acımasızlık da, merhamet de, bir türün hayatta kalmasını mümkün kılan farklı eğilimler. Evlat sevgisi gibi neredeyse her kültürde kutsal addedilen bir duygu bile, aslında bu denli basit ve sıradan bir nedene dayanıyor. Şöyle özetlenebilir: Türler, kimi özelliklerin arka plana itilmesi ile ortaya çıkıyor. Tıpkı, bir kayanın kimi kısımlarının ortadan kalkmasıyla bir heykelin ortaya çıkması gibi. Eşeyli üreme ve mutasyonlar, çeşitlilik üretiyor. Bu çeşitlilik nedeniyle, geçmişte kendi yavrularını seven anneler de olmuş, sevmeyenler de... Ama kendi yavrularını sevmeyen annelerin çoğu, genlerini yeni nesillere aktaramamışlar. Çünkü, çocuklarını canları pahasına korumak gibi bir ihtiyaç hissetmemişler. Dolayısıyla da, genlerinin havuz içindeki payı giderek azalmış. (Anne sevgisi gibi doğal ve evrensel addettiğimiz bir duygunun dahi bu denli mekanik bir sürecin sonucu olduğunu öğrenmek, çoğu insanı karamsarlaştırıyor. Ama gerçekler, bizim karamsarlıklarımızdan bağımsız. Ek olarak: Bu, "Çocuğunuzu sevmeyin" demek değil. "Bu sevginin doğal bir sürecin sonucunda, kendiliğinden ortaya çıktığının farkında olun" demek. Ve belki bir de, "Başkalarının çocuklarına karşı aynı derecede sevgi duyamıyor olmanız, aslında biyolojik kodlarınıza esir olmanızdan ileri geliyor" demek.)

5 yorum:

  1. Şu yazıyı dipnotlarıyla okuyunca aklıma ilk olarak saçma sapan tarikat evlerinde istismara uğrayan, kimseden yardım isteyemeyen çocuklar geldi. Sorsan batılılar çocukları sevmez, 18 yaşına gelince sokağa atarlar. Öyle batılı aileler vardır muhakkak da ya bizimkiler? Bizim kültürümüzde el kadar çocuğu başından savmak için ne olduğu belirsiz adamlara teslim etmek yoktur. Haşa o dini öğrenmektir! Modern toplumda doğal seçilim azaldı. İşte bunlar hep yapay seçilim Serdar Bey!

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Son 20 seneyi üç farklı Batı ülkesinde geçirdim. Alaska'dan Yeni Zelanda'ya, İzlanda'dan İspanya'ya, dünya üzerinde ne kadar Batı ülkesi varsa hepsini gördüm. 18 yaşına geldi diye çocuklarını sokağa atan tek bir aile bile görmedim, duymadım.

      Sil
    2. Çocuğun 18 yaşına geldiğinde yavaştan bağımsız olması beklentisi var, ama çocuğun gidecek yeri yoksa aile onu zorla atmıyor. Ama 18 den sonra evde kalan kişi dışarıdan başarısız gibi görülüyor. Bu kültürel baskı hem çocuğu hem ailesini etkiliyor, aileler çocuğa 18 yaşına gelince bağımsız olmalısın diye baskı yapıyor. Çocuklar da o yaşta evden uzaklaşmaya çalışıyor. Bazen 18 yaşına girince kira ödemesi veya bir şekilde maddi katkı isteniyor. Çocuk dışarı atılabiliyor, görülmemiş şey değil ama çok nadir, anca problemli ailelerde falan. Sanırım bizim kültürümüzde evlenince bağımsız olması ve evden çıkması beklentisi var, eskiden de evlilik yaşının oldukça düşük olduğunu düşünürsek aslında ikisi bir şekilde benzer yaklaşım.

      Sil
    3. Hollanda'da 1 sene yüksek lisans yapıp 2 evde yaşadım. İlk aile 19 yaşındaki otizmli çocuklarını zorlayarak (çocuk ağlıyordu) evden yurt gibi özel bir yere göndermişti. Tabii çocuk kasiyerlik yapıyordu ve annesi evde çamaşırlarını yıkamıyor, temizlik yapmıyor, hep ben olmayacağım, bağımsızlığını kazansın vs. gerekçeler sıralamıştı. Yalan demeyeyim anne de artık yıllarım gitti, yoruldum, gitsinler başımdan halleri de vardı ama çocuk haftasonları gelince güler yüzlü, pozitif karşılıyordu. Yine de ben olsam yollayamazdım, yani içim cız etmedi değil :) Diğer aile daha üst gelir grubundaydı, 2 katlı evleri vardı. Kızları ben yaşlarındaydı ve 6 aylığına Danimarka'ya gitmişti. Benden aldıkları kirayı ona harçlık olarak yolluyorlardı. Leiden'da kiralar pahalı olduğu için ailesiyle yaşıyormuş, kızın odasını (üst katı) 6 aylığına ben kullandım. Bir de Oralarda okul saatleri daha az, part-time işler var ve güvenlik sorunu da olmadığı için öğrencilerin ara ara çalışıp harçlığını çıkarması olağan. Türkiye'de Türk patron, çalışma koşulları, taciz, mobbing... Kızımı öyle işlerde çalıştırabilir miyim? Asla! :)
      Size katılıyorum, bizde de yaşı geldi evlensin, yuvasını kursun (=evden bir boğaz eksilsin) gibi gerekçelerle okumazsa reşit olmasa dahi evlendirdikleri oluyor.
      Tabii yine de ülkedeki piyasa koşulları, ailenin özel dinamikleri ve sınıf farkları başat unsurlar diye düşünüyorum.
      Evden kendi isteğinle ayrılmaya gelince... Ben iş nedeniyle 20'li yaşlarımın ortasında büyük bir şehre bekar olarak taşınıp uzunca bir süre yaşadım. Maruz kaldığım sevimsiz, tacizkar yorumları yazsam roman olur deyip bitiriyorum.

      Sil
  2. Aslında şu ilk Müslümanların aile ve ahlak anlayışı mevzusu ilginç. İslam toplumunda ailenin rolü ile ilgili bildiğiniz nitelikli bi çalışma var mıdır? Makale olur ya da belki tez falan olur?

    YanıtlaSil

HAKKINDA

Serdar Kaya'nın müsvedde defteri.

Bu blogda yayınlanan yazılar, belli aralıklarla derlenip derinsular.com adresinde dosyalanır.

Blog isminin ilham kaynağı için, bkz.:
Gangs of Wasseypur (2012)


Twitter (English Account) Twitter Facebook